6 Eylül 2014 Cumartesi

Ayfer Tunç - Aziz Bey Hadisesi #okudum

Ayfer Tunç'un kitabı Aziz Bey Hadisesi'ni okudum. 
İlk başta kitabın hikayelerden oluştuğunu öğrenince cidden üzüldüm, çünkü ufak ufak hikayeleri sevmem ama bu kitap cidden başka. Garip bir keyfi var. Belki de konular farklı olsa da Ayfer Tunç, mentaliteyi aynı tuttuğu içindir.
Gelelim kitaba.

Kitap 172 sayfa.
Can Yayınları'ndan.
İlk yayın yılı 2006.
İçinde biri kitaba adını veren, uzun hikaye olmak üzere toplam 6 öykü bulunuyor. Ve farkettim ki, hepsi
'erkek öyküleri'.

İçindeki hikayeler ve yazım yılları:
Aziz Bey Hadisesi (1999)
Kadın Hikayeleri Yüzünden (1999)
Soğuk Geçen Bir Kış (1998)
Kar Yolcusu (1999)
Mikail’in Kalbi Durdu (1997)
Kırmızı Azap (1996)


Kitap yazısı yazmak da zormuş. Hem merak uyandırmalıyım, hem kilit noktalara ilişkin ipucu vermemeliyim. Hem de çaktırmadan kafalarda bir resim oluşturmalıyım. Teyy tey. Neyse haydi başlayayım.

Aziz Bey Hadisesi 

Kitaba adını veren 'Aziz Bey Hadisesi' isimli hikaye 73 sayfa ile kitabın en uzun hikayesi. İlk sayfalar açıkça pek çekmedi. Belki de okuduğum yer ve sesler sebebiyledir. Fakat yaklaşık 10 sayfa okuduktan sonra 'ne olcak acaba' 'gidecek mii' 'Maryam nerede' 'bak sen şuna' 'ayy Vuslat' 'bi fırsat bulsam da devam etsem' diye sürekli zihnimi meşgul ederek okuma isteği ile doldurdu beni.
 Aziz Bey’in hayat hikayesi, özellikle yaşadığı aşktan sonra yaşamının nasıl değiştiğini anlatan sağlam bir öyküleme ile kaleme alınmış. Ayfer Tunç ile bu kitap sayesinde tanıştım. Çok da sevdim kalemini.
 Aziz Bey bir tambur ustası ve musikinin hakkını vermeye çalışan bir sanatçı. Her ne kadar gece kulüplerinde, rakı masalarına meze olsun diye sunsa da müziğini, imkanlar bunu gerektirdiği için bu hale getirmiş olmaktan oldukça mutsuz. Her neyse, Türk musikisiyle böylesine içli dışlı bir adamın hayat hikayesini okuduğumuz için hikayede, ara sıra  pek çok klasik şarkıdan sözler bulmak mümkün. Ve bu müziklerin, Aziz Bey’in hayatının uygun yerlerine güzellikle monte edildiği dikkatimi çekti.

Hikayenin yaklaşık altı ayı Beyrut'ta, leş gibi sıcakta geçiyor. Rahatsız edici, aşırı sıcak havanın tasvirleri ise beni benden aldı diyebilirim. Öykünün kalan zamanı ise İstanbul'da geçmekte.

Yalnız dikkat çeken bir unsur, Aziz Bey'in, Aziz Bey olması, her ne kadar dedesinden yadigar tamburla başlasa da kendini ve musikisini Beyrut'ta buluyor. Beyrut, onun için hem ilk aşkını gömdüğü, hem de özgüveninin tavan yapmaya başladığı, musikinin tamamen hayatı olduğu bir dönüm noktası. 

Öyküde bir Maryam var sayın okuyucu. Aziz Bey'in ilk aşkı. Pencerede gördüğü bir çift karar gözle başlayan, pembe narin kağıtlara yazılmış 'gel' kelimeleriyle doruklara taşınan lakin, 'sözde' özlenen sevgili gelince de üç günde mazi olan büyük (!) aşkın baş kahramanlarından biri. Okuyucu olarak Aziz Bey’in gözünde büyüttüğü, kendine yalanlar söyleyip, gerçeği görmekte zorlandığı sevdasını bilsek de, içten içe gıcık olduğumuz o uyuz Maryam'ın ne haltlar karıştırdığını ya da işin aslının ne olduğunu asla öğrenemiyoruz. Tam meraktan deliye dönmek üzereyken anneyi mi düşünelim Vuslat'a mı üzülelim şaşıp kalıyoruz. Onca yaşanan şeyin arasında tam arada kaynayıp gidecekken Maryam, hop Ayfer Tunç olmadık bir yerden yeniden hatırlatıyor bize. Ama bildiğim bir şey var ki, o da Aziz Bey, Maryam'ı çok gözünde büyüttü, Vuslat'ın çok ahını aldı. Ah kuzum.. Yemin ederim gözlerim doldu. Nerede olduğunu söylemeyeceğim nasılsa okursanız anlayacaksınız.
Vuslat'a taktım ben kafayı.
Aziz Bey, Beyrut'tan İstanbul’a dönüşünden sonra “hayatından Maryam’dan önce olduğu gibi birçok kadın geldi geçti”, “müzisyenler arasında giderek tanındı, saygı gördü” ve gazinolarda çalışmaya başladı. Vuslat’ı bu sırada tanıdı ve evlendi. Vuslat tarafından sevildi Aziz Bey. Lakin düğün fotoğraflarında bile onu bu kadar seven kadın, hep kırgın gözlerle baktı Aziz Bey'e. Başına neler gelebileceğini, sevilmediğini bile bile evlendi Aziz Bey'le. Aziz Bey ise sırf arkasını toplayan biri olsun, evinde bir ses, bir nefes olsun, bir de akşamları sofrasında sıcak yemek olsun, hazır terzilik de geliyor elinden diye evlendi zavallıyla. Tamamen bencil yani. Sonra aklı başına geldi, bodrum katlarında elinde kan kutularıyla süründü ama nafile. Ah Vuslat ah.. Aziz Bey, Vuslat’ın hayatındaki yerini ve değerini onun hastalığında anladı ve tam olarak çok sonra fark etti. Öncesinde o gözü yükseklerde Maryam için söylediği içli içli, dert dolu şarkıları bu sefer Vuslat için söylemeye başladı.

“Gecenin matemini aşkına örtüp sarayım.
Gittin artık, seni ben nerde bulup yalvarayım.
Şimdi ben tıpkı şifasız kanayan bir yarayım.
Gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım.” 

İşte bu dörtlük gözlerimin ikinci kez dolmasına sebep olan yeridir bu kitabın.

"Güneşten ağır ağır gölgeye geçilir gibi, pek de anlamadan akşam olur gibi, ışıklı, neşeli bir yüzden kederlere geçti Aziz bey. Kederli bir mazisi oldu. Burnu havada, başı dikti hep. Başka türlü yaşamayı beceremediyse de, o gece, Haliç’in kirli sularına bakarken anladı ki hep öyle, burnu dik yaşadığını sanmış. Oysa şiddetle yanılmış. Ve yine anladı ki hayatı tümüyle bir yanılgıymış."


Neyse şimdi diyeceksiniz 'hadise nerede'. Efendim hadise hikayenin sonuna doğru. O kadarını anlatmayacağım. Okuyun bi zahmet. Ama öğrendiğim bir şey var. Asla içine atmayacaksın arkadaş! Sonra çok fena patlarsın Zeki Bey'in Aziz Bey'e patladığı gibi. Zeki bey kim mi? O da kitapta canım :)
Bu arada bir ipucu daha vereyim, kitaptaki her hikayede en az bir kişi ölüyor. 
Burun kıvırmayın sakın, öyle basit tabirlerle değil, o kadar içten, o kadar duysusal anlatımlarla ölüyorlar ki ölüme bile renk veriyor Ayfer Tunç. 

Her neyse bu kadar uzun uzadıya birinci ve en uzun hikayeyi yazdıktan sonra diğerlerine sadece ufaktan değineceğim.

ikinci hikaye: 
 Kadın Hikayeleri Yüzünden 

“Ya ölecektim, ya eski yaralarımdan doğacaktım yeniden. Eski yaralarımdı benim kadınlar.
” cümleleriyle başlıyor ve“Kemikli bir kadındı karım. Evet, güzel değildi, ama kalbi olan bir kadındı. Ben yok sandım.” cümleleriyle de son buluyor. Mahvediyor sizi. Hem sinirleniyor, hem üzülüyorsunuz. Kadın Hikayeleri Yüzünden adlı öykü, kendi kendine kurgulayıp, oynadığı senaryolarla karısının intiharına sebep olan bir adamın öyküsü bu. Deli bence adam. Yine yazık olan kişi ise bir kadın.

Üçüncü hikaye:
Soğuk Geçen Bir Kış 

Kendisi sevmediği için , kendi sevdiği halde kocasını(yani babasını) terk etmiş bir annesi ve hiç uyuşamadığı, sert mizaçlı bir babası olan Semavi Bey’in hikayesi. İsmine çok güldüm ama hikaye pek güldürmedi. Yine damardan verdi ama yıpratmadı da bünyeyi. Böyle garip bir ikilemde, aşırı sürükleyici ve kafada kalıcı bir öykü daha. Hamamda göbek taşı üstünde, geçmişini düşünürken son nefesini veriyor Semavi Bey. Adamın ölümü bile dert. Ama asıl derdi karısı çekti. Yani evet yine yazık olan kişi bir kadın. Ve yine umutsuz bir aşk hikayesi.
Zaten adını da sevmemiştim Semavi Bey'in. 
Bence bunlar kesin psikolojik. Babası anasını sevmemiş diye, Semavi bey de abartarak seviyor karısını. Bir saniye bile rahat bırakmıyor kadıncağızı. Deli mi ne! Gitti yaktı kadın kendini. Önce gözlerindeki ateşle kocasının (yani semaver Bey'in) gözlerine son bir kez baktı, sonra da elindeki ateşle kendini yaktı.
Sonra da Semavi Bey ateşten korkmaya başladı. İyi bari bir korkuyla atlattın. Ben senin yerinde olsam aklımı kaçırırdım, karım gözlerimin önünde kendini yaktı diye. Sinir oldum bak.

Burayı aynen aktaracağım:

"  Sık sık olduğu gibi yine elektrik kesilmişti. Karısı gaz lambasını yakıyordu. Yakarken “Semavi” dedi, “beni sahiden seviyor musun? Bu soru Semavi Bey’i delirtebilirdi. Başka ne yapıyordu ki? Hayatını ve geleceğini karısını sevmeye adamıştı. “Beni hiç bırakmayacak mısın? ” dedi karısı. “Bir gün bile, bir saat bile? ” Bu soruyu gülünç buldu Semavi bey. Uzun uzun güldükten sonra “Hiç” dedi “bir saniye bile.” Karısının o son ve uzun bakışını hatırlıyordu. Korkunç bir öfkenin, vücudunun bütün hücrelerinden yükselen çaresiz bir isyanın ansızın büyüyerek gözlerine oturduğunu ve karısının güzel gözlerinden acı bir çığlık gibi kıvılcımlar çıktığını gördü. Karısının son gücü tükendi, bu aşk esaretinden kurtulamayan ince parmaklı elleri gevşedi, gaz lambası yere düşüp kırıldı. Alev önce elbiselerini yaladı, sonra hızla tırmanarak vaktiyle çok güzel olan, kanı çekilmiş gibi kuru vücudu bir anda sardı.” Yaşadıklarını ve de bu olayı düşünerek soğuk bir kış günü hamamda ısınmaya çalışırken ölür Semavi Bey.  "

Allah'ım ya. Kadın nefes alamamış resmen. En son çare olarak kendi yakmış da kurtulmuş Semavi Bey'den.

Dördüncü hikaye:
Kar Yolcusu 

Bu öykünün kahramanı Eşber Bey. Makas klübesinde(trenlerle ve raylarla alakalı olan) görevli yalnız bir adam. Günde sadece üç-beş kelime konuşabiliyor, o da gelen tren olursa onların makinistleriyle. 
 “Senelerdir yaşadığı bu yıpratıcı kışlar hayatını ağır hastalığa, ölümün kıyısında gidip gidip gelmeye benzetiyor”hayatını. Bir gün klübesine yürürken yaralı, kendinden geçmiş bir kadın buluyor. Evet aynen tahmin ettiğiniz gibi, bu hikayede de yazık olan kişi, yani kadın kahramanımız geldi. İsmi Fidan. Fidan'ın geçmişi karanlık. Birilerini ihbar etmiş. İhbar ettikleri de peşine düşmüş. Fidancağız da onlardan kaçarken canını zor kurtarmış, kendini trenden atmış, kendinden geçmiş, Eşber onu bulmuş. Eşber için hayatına ansızın giriveren Fidan bir hazine gibi. Dedim ya kimse yok etrafında, günde 3-5 kelime anca konuşabiliyor diye. Anten falan da yoktur oralarda TV de izleyemez. Zaten izlese ne olur etrafında kimse olmadığını düşünsene..Delirirsin be bir süre sonra. Her neyse.  Eşber, Fidan'a itina ile bakar, onunla konuşur. Günler geçtikçe Fidan ürkmeye başlar.

 “Eşber’in gözlerinde aşk görmeye başlamıştı. Konuşurken Eşber’in onu dinlemediğini, gözlerine, ellerine, vücuduna dalıp gittiğini, her lokmayı yuttuğunda, Eşber’in kendi yutmuş gibi, sigaradan her nefes çektiğinde Eşber’in kendi çekmiş gibi garip bir hale büründüğünü görüyor, unuttuğu korku başka bir kılığa bürünerek ağır ağır içine sızıyordu” 

Zaman geçer, Fidan iyileşir. Artık gitmesi gerektiğini Eşber'e söyler. Tabi ki Eşber çoktan kafayı sıyırmıştır. “Olmaz, mümkün değil, gidemezsin” der. 
“Yüzünde bütün tasarruf hakkını saklı tutan iyi niyetli bir sahibin, kölesine bakışı gibi tatlı, masum, ama bir o kadar da acımasız bir ifade vardı.” 
ve Fidan susar (bence tırsar)
"Fidan artık gitme zamanın geldiğine karar verdi. Peşindekiler bir yana, ona artık ısdırap veren bu biteviye beyazlık, bazen durmaksızın yağarak evi yutacağını sandığı kar, her gece etrafta dolaşan ve seslerinde bir kan çağrısı taşıdıklarını hissetmeye başladığı kurtlar, Eşber'in giderek marazi bir hal alan tutkunluğu, birbirinin aynı geçen günler onu neredeyse peşindeki karanlık adamlar kadar korkutmaya başlamıştı. Eşber'in aşık gözlerle ona bakmakla yetinmeyeceğini, hayatına ortak etmek isteyeceğini hissediyordu. Başka bir hayatı yaşamaktı bu, kendine olmayan bir elbiseyi giymekti. Son gece sadece bunları düşündü, hiç uyumadı ve bu yüzden kurtların seslerinin sandığından daha vahşi olduğunu fark etti." 
Kaçmak için fırsat kollamaya başlar. Bir gece klübenin etrafına bir sürü kurt dadanır. Eşber de tüfeğiyle bunları kaçırmaya çalışır. Hatta biraz da serde delilik var, kurtlarla oyun oynar aklınca. O esnada Fidan kulübenin kapısını açar ve trene doğru tüm hızıyla koşmaya başlar.
 “Fidan o trene binmezse öleceğini hissediyordu. Eşber’in güçlü elleri onu kazağından çekerken, trene binmeyi başardı ve buz kesmiş ellerinin bütün gücüyle trenin kapısındaki demir kola yapıştı.” 

Kaçabildi mi? Söylemem:) Öldü mü? Hayatta ipucu vermem.:)  Okusanıza :)

Beşinci hikaye:
Mikail’in Kalbi Durdu 

Mikail, evet erkek, Semiramis adından bir kadına aşık. Semiramis ise hayatına çok erkek girmiş ve hiçbirini sevmemiş olan bir kadın. Mikail neyi var neyi yoksa tüm malını mülkünü ona harcamış. Öyküyü anlatan ise bu sefer 3. bir göz değil, Semiramis’in yanında olan bir adam. Semiramis Mikail’e kapısını kapatırken bu adama açar o kapıyı. Korkutucu sessiz, garip ve uzun bir düellodan sonra “kalbi duran Mikail.”. Görünüşte bir şey yapmasa da vicdan azabı hissederek Semiramis’i terk eden öykü anlatıcısı ve yalnız kalan Semiramis’in öyküsü. Bu kadar. :)

Son hikaye:
Kırmızı Azap 

“Yazarımızın kafasında kaderlerimizin bir an önce yazılmasını bekleyen, üç hikaye kişisiydik. Noter, delikanlı ve ben.”
cümleleriyle başlıyor öykü. Bu kitap biter mi acaba derken, gelen hikayenin farklılığı ile 'keşke devam etse' dedirtiyor. Öyküyü anlatan kim diyecek olursanız, ilerleyen sayfalarda anlaşılıyor ama ben yine de söyleyeyim, bir hayat kadını. Yalnız öykü resmen bitirme vuruşu olmuş bu kitap için. Yazarın zekası, olay örgülerindeki başarısı aynen yansıyor okuyucuya. Hayran bırakıyor.

İşte böyle. Ben Ayfer Tunç'un yazım dilini, betimlemelerini, nabzı yüksek tutmayı başaran ama baymayan anlatımlarını pek sevdim. En kısa sürede başka bir Ayfer Tunç kitabı daha okumalıyım. 
Umarım kitap hakkındaki bu yazımı beğenirsiniz.
Bu ilk kitap yazımdı. Gerisi de gelecek bence:)

Siz de okuyacak mısınız Aziz Bey Hadisesi kitabını?
Peki ben şimdi hangi Ayfer Tunç kitabına başlasam ki? :)
Sevgilerle!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder